Özlem ARIKAN
Geçtiğimiz iki ay boyunca bir kıta hepimizin gözleri önünde yandı, halen de kontrol altına alınabilmiş değil. NASA’nın belirttiği, yangın kaynaklı dumanların gezegenin etrafını dolaşmaya başladığı ve en az bir tam tur atacağı. Yangınlar, etkilerini ilk çıktığı noktadan çok daha uzaklara taşımaya, şimdiden başladı.
Tam da aynı zamanlarda, biz Mersin’de önce mevsim normalleri üstünde sıcaklarda gezip tozduk, ardından da dinmeyen yağmurlara baktık çaresizce. Metrekareye ortalama 170 kg yağış aldığımız o iki günün ardından son birkaç haftayı yine ocak ayını pek de anımsatmayan bir iklimde geçirmeye devam ediyoruz.
Artık ufak ufak herkesin dikkatini çeken bu radikal hava değişimleri, birçoğunda küresel ısınma ve iklim değişikliği ile ilgili kabaca bir fikir edinilmesini de sağladı. Lakin bizdeki tevekkül hali, “hakkımızda hayırlısı” dilekleriyle biten konuşmalar durumun vahametinin halen pek de anlaşılamamış ya da anlatılmamış (!) olmasından kaynaklı.
Dünya liderlerinin ilk önce Kyoto protokolü, ardından da Paris iklim süreci ile bir araya da gelmesini sağlayan bu sürecin fark edilmesi aslında pek de yeni değil ancak atılan adımlar devletler tarafından pek de ciddiye alınmadığını gösteriyor. Öyle ki protokolün getirdiği değişikliklere uymanın ciddi ekonomik neticeleri de olduğunu fark eden ve bu topa girmeyeceklerini belirten ABD, Japonya, Rusya ve Yeni Zelanda 2019 senesi itibariyle taahhütlerinden geri çekildiler.
Çünkü birçoğumuz için muamma olan bu süreç aslında tam olarak ekonomik bir sistem dönüşümünün planlanmasına dayanıyor ve sanırım bu da benim en sevdiğim kısmı. Zira iklim krizi, küresel bir sistem sorunu ve içinde sistemden kaynaklı diğer tüm sorunları da çözme potansiyelini taşıyor. Benim şahsen sarıldığım şey de işte bu bilgi. Bu yüzden sloganvari olmakla beraber “iklimi değil, sistemi değiştir” çözüm olarak söylenebilecek hala en mantıklı şey.
Üstelik bizler naif duygularla ülkeleri yönetenlerin iklim anlaşmasının taahhütlerini yerine getirmelerini beklerken, onlar bu işin de kar hesaplarını çoktan aramaya başlamışlar bile. Neden derseniz, fosil yakıta dayalı bu sistemi geride bırakacaksak, yenilenebilir enerji kaynakları üzerine AR-GE yatırımı yapılması gerekiyor. Bu teknolojileri ilk üretenler de bu yeni pazarı şimdiden elinde tutuyorlar. Peki Çin’in güneş panellerinde, Fransa’nın ise rüzgar piyasasında açık ara önde olması, aynı zamanda gezegenin karbon liderleri olduklarını unutmamıza yetecek mi sahiden? Yoksa birden pelerinli kahramanlara mı dönüşecekler gözümüzde?
Paris iklim görüşmelerinde hiçbir gruba dahil olmayan Türkiye ise ailenin mızmız tembel çocuğu gibi. EK1 listesinden çıkartılarak, yardım eden değil yardım alan ülke pozisyonuna geçmek istiyor. Çünkü iklim dönüşümü için yapılan parasal yardımlarla halen bir devletin asli görevlerini yürütüyor. Şöyle ki; bu tip fonlamaların ilki değil bu süreç, daha önceden başlamış ve halihazırda yürüyen de bir çok hibe programı var. Proje cenneti ülkemizde sadece STKlar, bireyler, özel kurumlar değil devletin bizzat kendisi de hibelerle iş yapıyor artık.
Bizler ise, ömrümüz boyunca hiç kullanmayacağımız köprü, ray ve kanal projelerinde kendimizle beraber 3 nesilin daha borçlanmasını kabul etmiş oluyoruz. Çevresel etkileri görmezden gelinerek, çılgın (!) saiklerle toprakların, yerin altı ile üstünün yağmalanmasını izliyoruz. Çok uzaklara bile bakmaya gerek yok, daha birkaç hafta önce yeni yapılacak Mezitli devlet hastanesinin sınır çizgisinin hemen diğer tarafındaki 76 dönümlük kızılçam ormanı bir gecede kesildi, hemen sonraki hafta ise kesilmiş ağaçlarına arasından limon fidanları belirdi. Hastane temeli atılacağı zamanlar oralarda hak sahibi olanları nasıl fırsatların beklediğini hayal edin siz.
Sonuçta, resmin büyüklüğünün korkutuculuğu çoğumuzu çaresiz hissettiriyor anladığım. Bir kısmımız ise kuyruğu dik tutma, kendimizle de çelişmeme adına bireysel çabalarla kirlenmedeki kendi payımızı küçültmeye çalışıyoruz. Lakin küresel ısınmanın %50’sinden sorumlu nüfus dünyanın sadece %10’una tekabül ederken, krizin etkilerinden en önce sarsılacak %50’nin ısınmadaki payı sadece %10. Yani yoksullar, zaten gıdaya erişim problemi yaşayanlar, kendilerini koruyabilecek fırsatlara erişemeyenler bu krizin de ilk mağdurları olacak muhakkak. Misal o iki günlük yağışta bizler sıcacık evlerimizde güvendeyken, bölgemizde çadırda yaşayan yüzlerce tarım işçisi aile, şu sıra hiç de müsebbibi olmadıkları bir sürecin yıkıcılığıyla darmadağın olmuş durumda.
Peki ne yapacağız?
Sistemi değiştirmek, ancak kendimizi ve bakış açımızı değiştirmekle mümkün olabilir. Tekil eylemlerimiz kadar ve hatta ondan da öte birlikte değişmekle, birlikte durmakla, buna doğru adım atmakla. Belki daha adil bir gezegende yaşamanın yolu gezegenin önce bizi birbirimize, kriz anlarıyla düğümlemesiyle mümkün olacak ama yapabildiğimizi cesaretle yapmak da yola çıkmak için hala en iyi başlangıç noktası.
Bir yerden başlayalım yeter ki.
Bu yazı Kültürhane’nin Mart ayında çıkan Menü/dergisinde yayımlanmıştır. Derginin tamamına burayı tıklayarak ulaşabilirsiniz.