Gökkuşağından perdeye yansıyan umut

Galip Deniz Altınay

1969 yılında New York’ta Stonewall adlı bir bara yapılan bir polis baskını tarihin akışını değiştiren bir dizi olayın da başlangıcı oldu. Barın sakinleri olan eşcinsel, biseksüel ve translar o gün karşılaştıkları polis şiddetine karşı direnişe geçtiler ve o gün başlayan isyan, eşitlik ve özgürlük mücadelesi tüm dünyada Onur Haftası ve Yürüyüşü adıyla anılmaya başlandı. Türkiye’de de ilk olarak 1993 yılında İstanbul’da kutlanan Onur Haftası günümüze kadar tüm engellemelere rağmen gerçekleştirilmeye devam ediyor.

LGBTİ bireylerin ve hareketinin eşitlik ve özgürlük ve aslında varlık mücadelesinin tüm alanlarda olduğu gibi sinema alanında da yansımaları oldu. Okuyacağınız bu yazıda da Türkiye sinemasında LGBTİ anlatılarının izini sürmeye çalışırken verilen mücadelenin bu anlatıları nasıl dönüştürdüğüne de bakacağız.

Dünya sinema tarihine bakıldığında LGBTİ karakterlerin sinemanın erken dönemlerinden itibaren anlatılarda yer aldığını görebiliyoruz. Türkiye’de ise filmlerde bu karakterlerin görünmeye başlaması 1960’lı yıllarda gerçekleşir. 1962 yılında senaryosu Attila İlhan tarafından yazılan ve Aydın Arakon’un yönettiği “Ver Elini İstanbul” filminde ve aynı yıl senaryosunu Kemal Tahir’in yazdığı ve Atıf Yılmaz’ın yönetimindeki “İki Gemi Yanyana” filmlerinde iki kadın karakterin öpüşmesi bu kapsamda sinema tarihçilerinin işaret ettikleri ilk filmlerdir. Bu filmlerden “İki Gemi Yanyana” sansür kurulu tarafından Türk aile yapısına zarar verdiği gerekçesiyle yasaklanır ve sinemalarda gösterilmesi engellenir. Bu noktada belirtilmesi gereken Türkiye’de LGBTİ temalı filmlerin tarihinde sansürün hiç ortadan kalkmayan bir gerçek olarak oynadığı roldür. 

Bu yıllarda asıl tartışma yaratan ve belki de gerçek anlamda ilk eşcinsel sinema örneği olarak kabul edilen film ise 1965 yılında Halit Refiğ’in yönettiği “Haremde Dört Kadın” filmidir. 1900’lü yılların başında bir Osmanlı paşasının konağında yaşananları konu edinen filmde Osmanlı paşasının eşlerinden biri olan Mihrengiz’in (Birsen Menekşeli) haremdeki diğer kadınlarla cinsellik de içeren ilişkilerini izleriz. Film bu özelliğiyle de Türkiye sinemasında lezbiyen ilişkinin görünür olduğu ilk filmdir.

1970’li yıllara gelindiğinde Türkiye sinemasında cinsel içerikli filmlerin sayısında büyük bir artış olur. Ucuza mal edilen ve seyirciden ilgi gören bu filmlerin büyük çoğunluğunda kadın bedeni istismar edilir. Bu filmlerin bir kısmında lezbiyen ilişkiler çarpık olarak gösterilir. 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında dönemin ünlü şarkıcılarından Bülent Ersoy’un rol aldığı ve kendisinin trans kimliği üzerinden anlatılan hikâyelerde trans bireyleri toplumun gözünde acınacak ve utanılacak durumda gösteren bir dizi film izleriz. 

1980’li yıllara gelindiğinde Atıf Yılmaz ve Deniz Türkali’nin Müjde Ar’ın başrolünde olduğu filmlerle Türkiye sinemasına feminist bir dokunuş yaptığı söylenebilir. 1985 yılında çekilen “Dul Bir Kadın” filminde Müjde Ar ve Nur Sürer lezbiyen bir çifti canlandırırlar. 1992 yılında yine Atıf Yılmaz’ın yönettiği ve başrolünde Meral Oğuz’un oynadığı “Düş Gezginleri” filmi Türkiye’den bir LGBTİ Film Festivali’ne katılan ilk film olur. 1990’lı yılların başında Orhan Oğuz’un çektiği “Dönersen Islık Çal” ve Atıf Yılmaz tarafından çekilen “Gece, Melek ve Bizim Çocuklar” filmleri trans kimlikleri gerçekçi yansıtan filmler olarak dikkat çeker. 

1990’lı yıllarda film çekmeye başlayan yönetmenlerden Mustafa Altıoklar’ın “Denize Hançer Düştü” (1992), “İstanbul Kanatlarımın Altında” (1996) ve “Ağır Roman” (1997) filmleri de eşcinsel karakterlerin yer aldığı filmlerdir. Yine aynı dönemde İtalya’da yaşayan Türkiye kökenli yönetmen Ferzan Özpetek ilk uzun filmi olan “Hamam”da eşcinsel bir aşkı odağına alır. Hamam yurt içinde ve dışında çekildiği dönemde en çok ilgi gören filmlerden biri olmuştur.

2000’li yıllara gelindiğinde Kutluğ Ataman ve Fatih Akın çektikleri filmlerle dikkat çekerler. “Lola ve Bilidikid”de Almanya’da yaşayan Türk göçmenlerin Alman sevgilileriyle olan eşcinsel ilişkilerini etnik ve sınıfsal çatışmalarıyla ele alan Kutluğ Ataman, 2005 yılında da Perihan Mağden’in romanından uyarlanan “İki Genç Kız” adlı filmi çeker. Filmde erkek egemen ve baskıcı toplumda ayakta kalmaya çalışan Behiye (Feride Çetin) ve Handan’ın (Vildan Atasever) hikâyesini izleriz. Fatih Akın da 2007 yılında çektiği “Yaşamın Kıyısında” filminde Türkiye’den Almanya’ya gitmek durumunda kalan bir kadının (Nurgül Yeşilçay) Almanya’daki sevgilisiyle olan ilişkisini tüm doğallığıyla anlatır.

2010 ve sonrasına geldiğimizde LGBTİ karakterlerin daha karmaşık ve gerçekçi temsil ettiği örnekleri görmeye başlarız. Özellikle yönetmenler Caner Alper ve Mehmet Binay’ın “Zenne” (2012) ve Ümit Ünal’ın “Nar” (2011) filmleri bu özelliğe sahip yapımlardır. Gerçek bir olaya dayanan hikâyesiyle dikkat çeken “Zenne”de Alman foto muhabiri Daniel ve eşcinsel Ahmet’in zenne olan arkadaşları Can ile olan ilişkileri anlatılır. Ümit Ünal’ın estetik olarak minimalist olan ve oyuncuların gerçekçi performansı ile dikkat çeken filmi “Nar”da İrem Altuğ ve İdil Fırat tarafından oynanan iki güçlü lezbiyen karakter özenle hazırlanmış bir gerilim yaratırlar. Film lezbiyen ilişki içinde olan iki kadını gerçekçi biçimde sunması açısından başarılıdır.

Yakın dönem Türkiye sinemasında bu konulara dair belgesel türünde önemli bir filmden de bahsetmemiz gerekir. Can Candan’ın yönetmenliğini yaptığı “Benim Çocuğum”da (2013) lezbiyen, gey, biseksüel ve transgender çocuklara sahip anne ve babaların hikâyesi anlatılır.

Sonuç olarak, yüz yılı aşan bir tarihe sahip olan Türkiye sinemasında eşcinsellik olgusunun görünür olmaya başlaması ancak 1960’lı yıllarda mümkün olabilmiştir. İlkin lezbiyen karakterlere daha sonra trans bireylere değinen sinema en son erkek eşcinsel karakterlere yer vermiştir. Toplumun önemli bir kesimi tarafından öteki olarak görülen LGBTİ bireyler ve tabu olarak algılanan eşcinsellik olgusu sinemada da ağırlıklı olarak yansımasını bu şekilde bulmuştur. Sansür mekanizması da bu olguyu ele alan filmlerin önündeki en büyük engellerden biri olarak varlığını sürdürmektedir. Tüm olup bitenlere rağmen LGBTİ hareketinin onurlu mücadelesiyle birlikte Türkiye sinemasının bu alandaki değişimi eksik de olsa devam etmektedir. Katedilecek çok yol olsa da gökkuşağından perdeye yansıyan ışık umudu diri tutmaya devam ediyor.

KÜLTÜRHANE’DE SİNEMADAN ÖNERİLER

Yazıda ele aldığımız konu çerçevesinde izleyebileceğiniz bazı filmleri sizler için listeledik.

KuirFest: 2011 yılından beri düzenlenen ve tüm dünyadan LGBTİ temalı filmlere yer veren KuirFest bu sene çevrimiçi olarak seyircisiyle buluşuyor. Mart ayından itibaren her pazar günü yeni bir film ücretsiz olarak festivalin sosyal medya hesaplarından paylaşıma açılıyor. Ayrıntılı bilgi için: http://www.pembehayatkuirfest.org/index.php

Benim Çocuğum: Can Candan’ın yönettiği ve LGBTİ bireylerin ailelerinin hikâyelerinin anlatıldığı belgeseli bu linkten izleyebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=UZ-3mScG8yE

Zenne: Eşcinsel olduğu için öldürülen Ahmet Yıldız’ın hayat hikâyesinden uyarlanan film son dönem Türkiye sinemasında bu konuyu ele alan dikkat çekici filmlerden biri.

https://www.youtube.com/watch?v=jFxdXa5-yVQ

Çürüğüm, Askerim, Reddediyorum: Eşcinselliğin Türkiye’de silahlı kuvvetler tarafından nasıl anlaşıldığı, eşcinsel bireylerin askere gitmemek için yaşadıklarını konu alan belgeseli bu linkten izleyebilirsiniz. 

https://www.youtube.com/watch?v=EAmld-rpfL

Bulursan Kaçırma:

Gacı Gibi: Mersinli trans, gey, lezbiyen ve biseksüel bireylerin mücadelesine odaklanan film başka bir dünyanın mümkün olduğunu etkileyici bir dille anlatıyor.

*Bu yazı Kültürhane Menü/Dergi’nin Haziran sayısında yayımlanmıştır. Haziran sayımızın tamamına burayı tıklayarak ulaşabilirsiniz.

Related

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *