Yemeğin sinemasal yolculuğu

Galip Deniz Altınay

Herkese merhaba,

Yemek ve sinema arasındaki benzerlikleri hiç düşündünüz mü? Usta bir aşçının elinden çıkmış bir yemekten aldığımız hazla usta bir yönetmenin çektiği bir filmi izlerken hissettiklerimiz birbirine benzer. Ya da tıpkı iyi bir yemeğin ortaya çıkması için pek çok farklı öğenin kıvamında bir araya gelmesi gerektiği gibi iyi bir filmin ortaya çıkması için de senaryo ve görüntü gibi pek çok sinemasal unsurun uyumlu birlikteliği gerekir.

Günümüz sinemasında yemekle ilgili hikâyeleri artık daha fazla görüyoruz. Mis gibi bir çorba ocakta kaynarken ya da lezzetli bir makarna yapılırken mutfakta devam eden hazırlıkları, bir çikolatanın ya da pastanın hazırlığını, yemek masasında ilan edilen aşkları, sevgi ve özlem dolu buluşmaları keyifle izliyoruz. Peki, sinema tarihine dönüp baktığımızda yemeğin sinemadaki varlığına dair neler görüyoruz?

Sinemanın ilk yıllarından itibaren yemekle ilişkili filmleri perdede izliyoruz. Lumiere Kardeşler’in 1895 yılında çektiği “Bebeğin Yemeği” filmi bu ilişkinin başlangıcı olarak kabul ediliyor. Sovyet sinemacı Sergei Eisenstein’ın 1925 yapımı dünyaca ünlü filmi “Potemkin Zırhlısı”ndaki kurtlanmış et sahnesi, sinemada yemeğin metaforik kullanımının en akılda kalıcı örneklerinden biri oluyor.

Sinemada yemeğin ana motif olarak yer alışı 1970’lerde başlıyor. Eleştirmenlerin ilk defa yemek filmi olarak hemfikir olduğu “Babette’in Şöleni” zamanla popülerleşiyor. Yemeğin merkezde olduğu filmler, 1980’lerde çekilse de karakteristik özellikli filmler, 1990 sonrasında karşımıza çıkıyor. Sinemada yemeğin işlevselliği birçok görevi üstleniyor. Kimi zaman cinselliği kimi zaman şiddeti çağrıştıran sahneler karşımıza çıkıyor bu çerçevede.

Farklı özelliklere sahip yüzlerce filmle beraber artık ‘yemek sineması’ bir tür sineması halini almış durumda. Berlin Film Festivali gibi dünyanın önde gelen film festivallerinden birinin içinde ayrı bir programa da sahip olan bu türün Türkiye sineması içinde de ilgi çekici örneklere sahip olduğu söylenebilir. Şener Şen ve Nilüfer Açıkalın’ın başrollerinde olduğu “Zengin Mutfağı”, Yüksel Aksu’nun yönettiği “Dondurmam Gaymak” ve “İftarlık Gazoz”un yanında Ümit Ünal’ın yönettiği “Sofra Sırları” da bu çerçevede ilk akla gelen filmlerden.

Yemek ve sinemaya dair bir yazının tabii ki bu ilişkiye dair belki de dünyada en özellikli sunumları ortaya koyan Ferzan Özpetek’e değinmeden bitmesi haksızlık olacaktır. Özpetek sinemasında masa, mutfak ve yemek hep çok önemlidir. “Karşı Pencere”de karşımıza çıkan ihtiyar hafızasını yitirmiş bir aşçıydı. Ona yardım etmeye çalışan Giovanna da sorunlarla dolu hayatından kaçış yolu olarak ‘mutfağı’ kullanıyordu. “Bir Ömür Yetmez”in Lorenzo’su son dakikalarını yaşadığını bilmeden, önce sevgilisi ile arkadaşlarına yemek hazırlıyor, onları masada oturmuş yemeğe başlamak üzere izlerken de bütün hayatını böyle geçirmeyi diliyordu. “Serseri Mayınlar”da zengin aile büyük oğulları Antonio’nun “ben eşcinselim” açıklamasını büyük bir aile yemeği sırasında öğreniyor ve ailenin dağılması yemek masasında gerçekleşiyordu. “Cahil Periler”in etkileyiciliği ise hayallerimizi yaşayabileceğimiz bir masayı bize göstermesindedir biraz da. Yaşar Kemal, hayat umutsuzluktan umut yaratmaktır der. Özpetek sinemasında da umutsuzluktan yaratılan umudun yemek masalarından doğumunu izleriz.

Umut dolu masalarda buluşmak dileğiyle…

Related

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *